Göç belki de insanlık tarihinin en başından beri var. Hatta kitlesel göç hareketlerinin bugün bildiğimiz birçok toplumun ve ülkenin ortaya çıkışında önemli bir faktör olduğu biliniyor. Yeni medeniyetlerin kök salmasında, bir medeniyetin yok olmasında veya bir diğerinin yükselmesinde kitlesel hareketlerin payı olduğu da herkesin malumu. Ancak bugünlerde yaşanan insan hareketliliği, neredeyse hiçbir olumlu ihtimali akla getirmiyor. Son on yılda giderek artan kitlesel göçler, insanlığın doğal akışında yaşanan olağan bir gelişme olmaktan çıkıp “göçmen sorunu” olarak algılanır hâle gelmiş durumda. Zira son yıllarda gündemde olan insan hareketliliği, doğal şartların değil siyasi sebeplerle patlak veren krizlerin bir sonucu olarak ortaya çıkıyor.

Orta Doğu’daki birçok ülkenin kaos, terör ve vekalet savaşları neticesinde çökme noktasına gelmesiyle insanların can güvenliğinden endişe etmesi, kitlesel göç hareketlerinin başlıca sebebi olarak öne çıkıyor. Örneğin, Suriye’de Esad rejimine karşı özgürlük ve refah talepleriyle ayaklanan halka despot rejimin silahla cevap vermesi iç savaşın fitilini ateşlenmişti. O günden bu yana milyonlarca insan ülkesini terk etmek zorunda kaldı. Elbette bu noktada, yaklaşık 4 milyon Suriyeliye güvenlik, huzur ve refah sunan Türkiye, tüm dünyaya örnek olması gereken bir duruş sergiledi. Büyük fedakârlıklara katlanan Türk devleti ve milleti, milyonlarca masumun hayata tutunabilmesinde eşsiz bir rol oynadı.

Türkiye, ağırlıklı olarak Suriye’den gelen göçmen akını karşısında sığınılacak yer arayışında olanlara kucağını açmakla da kalmadı. Bir yandan Rusya gibi sahada etkin ülkelerle mutabakatlar imzalayarak zalim Esad rejiminin kitlesel kıyımlarına ve göç ettirme çabalarına engel oldu, diğer yandan da göçmen korkusuyla titreyen Avrupa ülkelerine yardım etti. Türkiye, kendine sığınanlara eğitim ve sağlık gibi hizmetleri sunup onlara korkudan uzak bir hayat sunmasa ve sınır kapılarının güvenliğini temin etmese, Avrupa’nın hâli acep ne olurdu? Yabancı düşmanlığının hortladığı Avrupa, sınırlarında milyonlarca Suriye ve Afganistan kökenli göçmeni görse şirazesi iyice kaymaz mıydı?

Yunanistan’ın göçmenleri katletme pahasına silah zoruyla geri ittiklerine şahit olan bizler, aslında bu soruların cevabını biliyorduk. Son aylarda, Polonya-Belarus sınırında giderek ağırlaşan krizi gördükçe de Avrupa’nın içine düştüğü acı gerçeği daha iyi görür olduk. Bir şekilde Belarus’a gelen göçmenler, bir AB ülkesi olan Polonya’ya geçebilmek için aylardır soğuk hava şartları, açlık ve hatta ölüm riskine aldırmadan sınırda bekliyor, bekletiliyor.

Polonya, diğer AB ülkelerinin desteğini alarak ülkesine kimseyi geçirmemek için sınırına binlerce ilave asker göndererek önlem alıyor. Belarus ise bu kitleyi zorla sınırın ötesine geçirmeye çalışıyor. İki ülkenin eli silahlı askerleri karşısında sıkışıp kalan göçmenlerin trajedisi her gün büyürken, AB menfaatine davranan Polonya ile Rusya’nın çıkarlarını savunan Belarus siyasi bilek güreşiyle meşgul. Olan elbette daha iyi bir hayat arayışındaki eli silahsız, karnı aç, sırtı açık göçmenlere oluyor.

Oysa sınırın bir bu tarafına, bir diğer tarafına zorla itilmenin insanlığa sığmadığını anlamak hiç de zor değil. Biz bunu bir tek Yunanistan anlayamadı zannetmekle hata yapmışız. Göçmenlere barbarlık etmenin, insan haklarını ve haysiyetini ayaklar altına almanın Yunanistan’a mahsus olmadığını şimdi daha net görüyoruz. Gördükçe de AB’nin “insan hakları” diyerek iç işlerine karıştığı Belarus’un birkaç bin göçmenle nasıl koskoca AB’yi karıştırabildiğine tanıklık ediyoruz.

Burada göçmenler değil, iki tarafın siyasi mücadelede diğerini alt edebilmek uğruna insan hayatını hiçe saymasıdır asıl sorun. Dolayısıyla da sorunun çözümü, göçmenlerin sınırı geçmesi ile değil siyasetin insanileştirilmesi ile mümkündür.