G20 Zirvesi ve hemen ardından Glasgow’da başlayan iklim zirvesi, çevre ve iklim değişikliği konularındaki farkındalığın artması açısından önemli katkı sundu. İklim değişikliğinin, hava sıcaklıklarının bir iki derece artması gibi basite indirgenemeyecek bir mesele olduğu, meselenin aslında bir güvenlik ve refah meselesi olduğu daha iyi idrak edilmeye başlandı. 2021 yılının iklim değişikliği ile mücadele açısından âdeta bir dönüm noktası olarak algılanması sayesinde, ABD gibi ülkelerin yanı sıra başta BM olmak üzere birçok uluslararası kuruluşların iklim değişikliğini gündemlerinde ön sıraya koyması konuya ilişkin bilinç seviyesinin artmasında etkili oldu. Söz konusu zirveler, konuya ilişkin iddialı ve ön alıcı bir yaklaşım sergilenmesine vesile oldu.

İklim değişikliğinin kuraklık, ormansızlaşma, çölleşme gibi etkisi uzun vadede daha iyi anlaşılacak sonuçlar doğurduğu hususunda fikir birliği var gibi görünüyor. Örneğin Dünya Bankası, iklim değişikliği kaynaklı kuraklığın sonucu olarak 2050 yılında 140 milyon kişinin göç etmek zorunda kalacağını öngörüyor. Bu tür neticelerin, sadece doğanın tahrip olmasına değil, insanların ekonomik ve sosyal hayatlarına da etki eden bir güvenlik sorunu olduğuna dair algı güçleniyor. BM tarafından ilan edilen Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri’nin iklim değişikliği kaynaklı sorunlara önemli bir yer ayırması da küresel seviyede bir mutabakatın varlığına işaret ediyor.

Türkiye’nin konuya hassasiyeti ise Paris Anlaşması’na geçen ay taraf olunması sebebiyle yeni bir gelişme olarak algılanıyor. Oysa Türkiye’nin çevre ve iklim değişikliği konusuna yaklaşımı uzun zamandır net. Türkiye’nin 1992 yılında kabul edilen BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne (BMİDÇS) taraf olduğu tarih 2004. Ancak Türkiye, OECD üyeliği gerekçesiyle “gelişmiş ülkeler” sınıfında yer alması ve bu sebeple de “gelişmekte olan ülkeler” kategorisindeki ülkelere sağlanan finansman desteği ve teknoloji transferinden yararlanamamasını hep eleştiregeldi.

Türkiye, haklı olarak, sera gazı salımında diğer gelişmiş ülkelere kıyasla çok daha az miktarda çevre kirliliğine sebep olmasını gerekçe göstermek suretiyle, bu sınıftan çıkarılması gerektiğini savunageldi. Buna rağmen, Cumhurbaşkanı Erdoğan, BM 76. Genel Kurulda, Paris Anlaşması’nın ekim ayı içinde TBMM’ye sunulmasının planlandığını ve Glasgow’da düzenlenecek 26. Taraflar Konferansı’ndan (COP26) önce onay sürecini tamamlamayı öngördüğümüzü açıkladı. Anlaşmanın 7 Ekim’de onaylanması ile de bu süreç tamamlandı.

Paris Anlaşması esasen BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne dayanıyor ve Kyoto Protokolü’nün sona erme tarihi olan 2020 sonrası iklim değişikliği rejimini düzenliyor. Anlaşmanın en öne çıkan uzun dönemli hedefi, sanayileşme öncesi döneme kıyasla küresel sıcaklık artışının 2 santigrat (mümkünse 1,5) derece altında tutulması. Paris Anlaşması’nı, önceki küresel girişimlerden farklı kılan ayırt edici husus ise, bu anlaşmayla birlikte bütün ülkelerin ilk kez sera gazı salımlarının azaltılmasına yönelik taahhütte bulunmuş olmaları. Tüm ülkeler, sera gazı artışının azaltılması için ne kadar katkı sağlayacaklarına dair bir ulusal beyan hazırlıyor. Türkiye, 2030 yılı itibarıyla sera gazı salımındaki artışı %21’e azaltacağını beyan etti. Uzun vadede ise “karbonsuz ekonomi” hedefini ortaya koyarak daha iddialı politikalar ve uygulamaları hayata geçireceğini ortaya koydu.

İklim değişikliğinin bir güvenlik meselesi hâlini alması ve Türkiye’nin bu mücadelede daha iddialı bir tavır sergilemesi, Türkiye’nin göç, kuraklaşma, doğal afetler gibi konularda daha büyük önlemleri hayata geçireceğini gösteriyor. Bunun getirisinin sadece çevrenin korunması olmakla kalmayacağı ve Türkiye’nin güvenliğine de katkı sağlayacağı ortada. Ayrıca, AB’nin karbon salımı fazla ülkelere “karbon vergisi” uygulaması gibi gelişmeler dikkate alınırsa, Türkiye’nin iklim değişikliği ile mücadelesinin olumlu ekonomik yansımaları da olacak.